Mahallemizin; daha doğrusu Yengi Yol'un ve Tılfındır'ın sözü dinlenir yaşlıları ve ileri gelenleri ile komşu mahallelerin ak sakallı 'hızlı demirkırat'ları yatsı ezanına doğru birer ikişer kapıyı tıkırdatıp yarım saat gibi kısa bir zaman zarfında koma avluyu doldurmuşlardı.
Önce çeyiz sandığı büyüklüğündeki 5 lambalı Ağa marka radyodan ajans haberleri dinlenmiş; arkasından zaman zaman tartışmaya dönüşen koyu bir sohbete geçmişlerdi.
Altı yaşında bir çocuğun pek fazla anlamıyacağı "mühim memleket meseleleri"ni, yine altı yaşda bir çocuğun anlaması imkansız bir dille kendi aralarında konuşup danışmışlardı.
Hepsi "sevinçli bir telaş içindeydi"...
Hepsinin gözünde; 14 Mayıs 1950 Pazar günün akşamı beliren sevinç pırıltıları ve tedirgin bir mutluluk vardı.
Bugünmüş gibi hatırlıyorum o yüzleri, o gözleri... Yüzlerindeki mutluluk çizgileri, sebebini pek anlamamış olsam da, beni de mutlu etmişti o gece.
O gece Arap Reşo'nun davudi sesiyle yedi mahalleye yayılan konuşması, attığı soluksuz kahkahalar hala yalım yalım yankılanır kulaklarımda.
O gece geç vakite kadar oturmuşlardı.
İnce eğirip sık dokumuşlardı o çok mühim memleket meselelerini. Ve neden sonra bir noktada anlaşıp, "sabah namazından bir saat kadar sonra" diyerek dağılmışlardı.
§
19 Haziran 1950 Pazartesi, gerçekten de diğer günlerden farklı oldu. Hem de mahallemizin ileri gelenlerinin kararlaştırdıkları saatten bir saat önce farklılığının farkını farkettirdi; Mısır'daki sağır sultana bile duyurdu.
Yıllardan beri "Tanrı uludur, Tanrı uludur" sesiyle günü karşılayan Urfalılar; 19 Haziran 1950 sabahı, "Tanrı uludur" seslerini bastıran "Allahu Ekber Allahu Ekber" çağrısıyla fırladılar yataklarından.
Pek çokları kulaklarına inanamadılar..
Pek çokları rüya gördüklerini zannettiler..
Pek çokları da "üç maymun"u oynadılar; görmediler, duymadılar ve söylemediler.
Duyduklarına inananlar, güzel bir rüya sonrasının hoşluğu ve şaşkınlığı içinde, yorganlarını kafalarına çekip "pulıs-cendırme şımdı gelır" korkusuyla dinlediler müezzin efendilerin "Namaz uykudan daha hayırlıdır" çağrılarını.
Heyecanlarına yenik düşenler, damlara çıkıp uzaklardan perde perde yükselen seslere eşlik ederek, belki de kent tarihinin en kalabalık korosunu oluşturdular; "Allahu Ekber!.. Allahu Ekber" diye diye.
Dedem Sofi Mehmed de bu muhteşem koroya katılanlardandı.
Evimizin yanında kiliseden bozma hapishane vardı.
Hapishanenin damında nöbetçi jandarmalar vardı...
Avluda gardiyanlar, içeride mahkumlar vardı..
Dedem arka odada öksürse, mahpushanenin en uzak köşesinde mahkum yatan "sağır Müslüm" duyardı.
Bütün bunları biliyordu Sofi Mehmed ve bütün bunları bile bile çardağın damına çıkmıştı arkadaşlarına söz verdiği gibi...
Rahmetli nenemin feryadına, figanına; korkudan sararan betine benzine aldırış etmeden ve:
"Yapma Sofi!.. Cendermeler eşıdır.. hükumatın kulağına gıder.. başi belaya gırer.. akliyı başıya topla" diyerek cebelye zıbınının eteğinden çekiştirilmesini görmezden gelerek dama tormanmış; kavruk sesiyle:
"Allahu Ekber!.. Allahu Ekber!.." diye diye göz pınarları kuruyana dek ağlamıştı.
Öylesine kaptırmıştı ki bütün varlığını; ne nenemin eteğinden çekiştirmesini farketmiş ne de yalvarıp yakarmasını duymuştu. Zaman zaman boğazına düğümlenen boğuk sesiyle ve ıslak gözlerle, yana yakıla:
"Hayye ales-salâh!.. Hayye ales-salâh!..
Hayye alel-felâh!.. Hayye alel-felâh!.." haykırışıyla ruhunu yılların prangasından kurtarmaya çalışmıştı.
Evimizin yanındaki kiliseden bozma hapishanenin kalın taş duvarları duymuştu sesini..
Hapishanenin damındaki nöbetçi jandarmalar görmüşlerdi dedemi.
avluda gardiyanlar, içeride mahkumlar işitmişlerdi "Allahu Ekber" deyişini.
Çardağın damından yazlığa sarkarken bedenini:
"Artık ölsem de gam yemem" demişti Dedem.