Dört yıllık fakülteyi, uzatmaları da hesaba katarsak altı yılda tek ceketle bitiren bir abimiz vardı. Çok az yemek yerdi, çok az uyurdu, çok kitap okurdu.

Dört yıllık fakülteyi, uzatmaları da hesaba katarsak altı yılda tek ceketle bitiren bir abimiz vardı. Çok az yemek yerdi, çok az uyurdu, çok kitap okurdu. Bütünlemeler için memleketten geldiğinde bile, ders kitaplarının yüzünü açmaz, Arapça bilmediğinden sabah namazına kadar meal okur, sonra da “Sabah sınavım var, giderken beni de uyandırın” diyerek uyurdu.

Hem aynı evde kaldığımızdan hem de hemşeri olduğumuzdan vaktimizin çoğu birlikte geçerdi; özellikle uzatma yıllarında. Çoğu zaman parasızlıktan bütünlemelere gelemez, çoğu zaman bütünlemelere geldikten sonra memlekete gidemezdi. Bu durumdayken öğrenci evlerini gezer, kimin ne ihtiyacı varsa not eder, gidermeye çalışırdı.

Bursa’da Kapalı Çarşı’yı gezme bahanesiyle beni yanında götürür, sonra giyim mağazalarına dalar, mağaza sahiplerine, ihtiyaç sahibi öğrenciler için sezonu geçmiş ya da ellerinde kalmış, ceket, pantolon, mont, kaban olup olmadığını sorardı. Kimi, “Hadi kardeşim, Allah versin,” diyerek bizi başından savar, kimi, asla bir öğrenciye olmayacak büyük beden ceket ya da gömleklerden birini verir, kimi “içeride müşteri var, sonra uğrayın” diyerek bize kibarca kapıyı gösterirdi. Samimiyetimize inanan bazıları da, mağaza çalışanlardan birini yanımıza vererek, “depoda işlerine yarayan giysi ya da ayakkabılardan varsa alsınlar” diyerek, bizi eski giysilerin olduğu depolara gönderirdi.

Depolar genelde mağazaya yakın bir yerde, bodrum katta, rutubetli, karanlık ve çok kirli olurdu. Elbiseler raflarda değil, üst üste yığılmış olduklarından küf kokardı. Birçoğu zaten giyilemeyecek durumda olan giysilerin, çok eski yıllardan kalan, elde kalmış elbiselerden olduğu anlaşılırdı. Abimiz önceden hazırladığı ihtiyaç listesine bir kez daha göz atarak, alınacak pantolon, mont, gömlek, ayakkabı sayısını söylerdi. İçlerinden işe yarayacak durumda olanları alır depodan çıkardık.

“Abi kendin için de bir ceket alsaydın ya” dediğimde “ihtiyacım olduğunda alırım” diyerek tebessümle geçiştirirdi. “Hazır depoya gelmişken, neden fazladan bir şeyler almıyoruz ki, nasılsa yardım edecek birilerini bulursun” dediğimde ise, “İhtiyaç hâsıl olunca, yardım edecek birilerini buluruz, biz buraya ihtiyacımız olanları almaya geldik, fazlasını değil“ diyerek konuyu kapatırdı.

***

Yardım amacıyla gittiğimiz bazı esnafların davranışından dolayı utancımdan yerin dibine geçer, “Bir daha seninle bir yere gelmem” dedikçe, abimiz, “biz kendimiz için bir şey istemiyoruz ki, ihtiyacı olan öğrenciler için istiyoruz” der, beni sakinleştirmeye çalışırdı. Çünkü yol boyunca kızardım kendisine. “Sana ne abi, senden başka bu öğrencilerin ne durumda olduğunu bilen yok mu, başkası yardım etsin, herkes nasıl yaşıyorsa onlar da öyle yaşasın” dedikçe,

” Başkasının ne yaptığı değil, bizim ne yaptığımız bizi ilgilendirir. Bunu da bir iş gibi düşüneceksin. Cebimizden bir şey çıkmıyor ki” deyince daha çok kızar, “Bizim işimiz derslerimize çalışmak ve okulu zamanında bitirmek” deyince de, “Okulu herkes bitirir, biz de bitireceğiz. Önemli olan sadece okulu bitirmek değil, yaşadığımız insanlara karşı sorumluluğumuzu yerine getirmek. Bir öğrencinin şu saatte üşüdüğünü, ya da parasızlıktan memlekete gidemediğini, ya da aç olduğunu bilmek seni rahatsız etmiyor mu?” diyerek uzun uzun nutuk çekerdi, ama samimiyetle ve büyük bir içtenlikle. Sonunda vicdan azabıyla kıvranan ben, kendisine hak vermesem bile her defasında eşlik etmek zorunda hissederdim kendimi.

Aynı şekilde gıda toptancılarını gezdiğimiz de olurdu. 5 kg yağ, makarna ya da şeker veren biri bulunursa onu da saatlerce yürüyerek ilgili yere ulaştırırdık. Hiç tanımadığı esnaflardan, memlekete gidecek öğrenciler için para istediği de olurdu. Adamlar bir bizim halimize bakar, bir başkaları için yardım topladığını söyleyen bize bakar, küçümseyen bakışlarıyla adeta bizi gittiğimize, gideceğimize bin pişman ederlerdi.

Sonraki zamanlarda abimizle birlikte hiçbir esnafın yanına gitmedim. Ben dışarıda beklerdim, o gider konuşur, eli boş çıkmazsa, çıkışta gülümserdi. Sonra da aldığı yardımları ihtiyacı olan öğrencilere ulaştırmak üzere yeniden yollara düşerdik.

Yardım götürdüğümüz birçok öğrencinin durumu, birçok öğrenciye yardım edecek durumun da ötesindeydi. Giyimlerinden, ayakkabılarından, yaşadıkları evlerden bunu anlamak mümkündü. Ama abimizin yanında bir kez, “tencerede pişecek aşımız, memlekete gidecek paramız yok,” demeleri yetiyordu.

***

Okulu aksatmasının, bütünlemelere kalmasının tek nedeni belki de hep başkaları için koşturmasından, kendine ayıracak zaman bulamamasındandı. Ceketi, ayakkabısı, gömleği, pantolonu, mevsim değişikliklerinden gerçek rengini yitirmiş gibi olurdu. Ama bunu bir kez olsun dert ettiğini, onca esnaftan dilenerek aldığı yardımlardan kendine bir tek çorap dahi ayırdığını görmedim. Kendi evimize ekmeği pazarlık sonucu ucuza almanın yoluna gitmişken, topladığı onca yardımlardan bir tek çöp getirdiğini de görmedim.

Çok kızardım kendisine. Nasihatlerde bulunurdum. Kendisi hep gülerek geçiştirirdi yakınmalarımı. "Eğer benimle gelmezsen, mahşer günü senden şikayetçi olurum, ihtiyacı olan birine yardım etme yolunda benimle gelmedi, derim, haberin olsun" diyerek muzipçe gülümserdi. Bense ruz-i mahşerde şikayetçi olacağından değil, bu kocaman yürekli adamı yalnız bırakmamak için eşlik ederdim kendisine. Bir kendi adıma, bir de onun her defasında esnaflarla konuşurken konuya giremeyişindeki mahcubiyeti karşısında utanırdım.

***

Ramazan aylarında irtibata geçtiği yerlerden 30 günlük toplu yemekler ayarladığı da olurdu. Yemekler genelde üç çeşit olur ve büyük karavanalara konurdu. Karavanalardan birini ortaklaşa, diğer ikisini ayrı ayrı taşırdık. Kulplu, kapaklı çelik karavanalarla aldığımız yemekleri taşırken, karavanalar bacaklarımıza çarpar, dizden aşağımız ayakkabılarımızın içine kadar hep yağ olurdu.

Kalabalıkların içinden geçerek aldığımız yemekleri öğrenci evlerine bırakır, dönüşte çoğu kez iftarımızı yolda aldığımız bir simitle açardık. “Abi bari iftara kalsaydık” dediğimde, tebessüm eder, “herkes kendi kısmetini yer, biz o yemekleri kendimiz için değil, onlar için temin ettik” derdi.

Eve vardığımızda çoğu kez yemek saatini kaçırmış olur, tencerenin dibinde kalanlarla yetinirdik. Sonra da çoraplarımızı ve diz kapağımızdan paçalarımıza kadar akan pantolonumuzdaki yağ lekelerini yıkardık. Teravihten sonra yemek bıraktığımız evlere gider boş karavanaları alarak yemek aldığımız yerlere bırakırdık.

Kendisi halinden memnundu, en azından şikayetçi değildi. Günlerce aç, aylarca parasız kalsa kimseden kendisi için bir şey istemezdi. Ben başkaları için birilerinden yardım dilenmeye giderken de, yardımları aldıktan sonra da çok utanırdım. Utançtan başımı yerden kaldırmaz, abimizin işi bitinceye kadar başımı öne eğer, ayakkabılarımın ucuna bakarak utancımı gizlemeye çalışırdım. Kendisi, “Bu bizim görevimiz, yardım etmek de onların görevi” diyerek beni bir sonraki gidilecek yer için motive ederdi.

***

Bu abimiz fakülteyi bitirdikten sonra yıllarca iş bulamadı. Ufak tefek esnaflık girişimleri oldu, yürütemedi. Yıllar sonra fakülte mezunlarına öğretmenlik hakkı tanınınca başvurdu, öğretmen oldu. Evlendi. Eski mütevazılığından hiçbir şey kaybetmedi. Ama yaşama sevincini yitirmişti.

Öğrencilik yıllarımızda, bütün sohbetlerinde “kokuşmuş düzen” den “pısırık toplum” dan, “Zombi vatandaşlar” dan söz ederdi. İnsanları değil, sistemi eleştirirdi. Konuşurken gözlerini hafifçe kısar, farkında olmadan yumruklarını sıkardı. Türkiye’de yaşamanın zorluklarından bahseder, insanların vurdumduymazlığından yakınırdı.

Kendisiyle, öğretmenliğe başladıktan uzun yıllar sonra bir gün tesadüfen bir çay ocağında karşılaştık. Ben durmadan geçmişte yaşadığımız acı tatlı hatıraları anlatarak, kendisini muhabbetin içine çekmeye çalışıyordum. Kendisi, başı yerde hiç yüzüme bakmıyor, durmadan çayını karıştırıyordu. Yılmış, yorulmuş, onca yıldır düzeleceğini beklediği birçok konuda düş kırıklığına uğramış gibiydi.

Laf lafı açar umuduyla, “Türkiye’nin yaşadığı bunalımlar nolacak abi?” dedim. “Bu kokuşmuş düzen ne zaman düzelecek, insanlar ne zaman kurtulacak bu zombilikten?”

Çayını karıştırmaktan vaz geçip, yüzüme acı bir gülümsemeyle baktı. “Geç bunları” dedi. “Ev lazım bana. Fiyatı uygun olsun. Hayat zor, biliyorsun.”

Hayat zordu ve zaman saçlarımızdan ağıp gidiyordu… Düşlerimizi, umutlarımızı, yaşama sevincimizi yani bunca yıldır bizi ayakta tutan ne varsa hepsini silip süpürüyordu. Ne direnecek güç ne uğrunda ölünecek değer bırakıyordu arkasında.

Hayat zordu, gün devrildikçe biz evriliyorduk; hem de asla evrilmeyi düşünmediğimiz bir yöne…

***

Geçmiş zaman Hatıraları