Yerinde çakılı kalan inatçı bir yoksulluktu onlarınkisi. Büyüyen şehir, yükselen binalar, hızı artan arabalar... Onlar hep aynı yerdeydi.

Ortaokulda üç yıl yan yana oturduk. Sınıfın en çalışkan öğrencisiydi. Defterleri temiz, yazısı güzel, dersleri iyiydi. Bayılırdım kalem tutuşuna. Çok çabalıyordum, onun gibi yazamak için.

Sesi de güzeldi. Mahsuni Şerif’in bütün türkülerini ezbere bilirdi. Çok güzel saz çalardı. Türkü defterini aldım, bir gece de yazdım hepsini. Bir ay içinde de ezberledim.

Onun gibi yazamadım, ama onun kadar saz çalmayı öğrendim. Hatta bazı türküleri ondan güzel çalıyordum.

Hüseyin bir gün beni evlerine davet etti. Saz çalıp türkü söyleyecek diye koşa koşa gittim. Annemden izin koparmak için iki saat yalvarmıştım.

Evlerinin nerede olduğunu biliyordum, ama hiç gitmemiştim.

Toprak, iki göz evle karşılaşınca çok şaşırdım. Zengin olmadıklarını biliyordum da bu kadar değil.

Biz de değildik. Sınıfta kimse zengin değildi. Kimse sarayda oturmuyordu. Hepimiz birbirine benzeyen evlerde oturuyorduk. Tek katlı, iki ya da üç odalı, taştan çamurdan yapılmış toprak damlar...

Ancak bu farklıydı. Köyde gördüğüm evlerden de küçük ve harabeydi. Bir kere daha inşaattı. Sıvasızdı ve pencereleri naylonlarla kapatılmıştı. Kapıları çivilerle tutturulmuş kilimdi. Yataklar yerde, bulaşıklar yerde, elbiseler yerdeydi. Kitapları ve çantası çuvalların, yatakların arasındaydı. Yerde keçi kılından kilim seriliydi.

İçeri girdiğimde ilk, duvarda asılı saza ilişti gözüm. Sapında püskül sallanan saz… Sazın yanında gaz lambası, lambanın yanında üzerlik, üzerliğin yanında, ortasında kocaman bir nazar boncuğu olan renkli püsküllerle süslenmiş duvar süslemesi kuyruklu bir halı... Ters çevirdikleri tahta bir kasanın üzerinde de birkaç bulaşık ve küçük tüp duruyordu.

Bir gün kapım çaldı.

"Gir," dedim.

Türkü kokan Hüseyin girdi.

Başı kel, avurtları çökmüş, yüzünde güneş yanığı vardi.

Birkaç saniyelik şaşkınlığın ardından tokalaştık, kucaklaştık, hal hatır sorduk. Sıktığım eli diken gibi batmıştı. Benden on yaş büyük gösteriyordu. Ne iş yaptığını sormaya cesaret edemedim. Onu utandıracak bir cevaba mecbur etmeye korkuyordum. Eskileri konuşup, şakalaşmak daha doğru geliyordu. Havadan sudan... Oysa onun gibilerin utanmamaları gerekiyordu.

“İşsizim. Yardım et,” dedi.

İçim boşaldı. Sesimin benzemesini istediğim adam benden iş istiyordu. Gözümün önünden toprak ev, naylon pencere, kilimden kapı, dağınık yataklar, tahta sandık ve püsküllü saz gitti geldi.

Hiç bir şey değişmemişti. Hüseyin, hayata tutunuyordu.

Siz deyin sürünüyor...

Oturduğum masadan utandım. Yaşadığım hayattan utandım. Kendimden utandım. Şehirden utandım.

Kalktım, karşısındaki tekli koltuğa oturdum. Altmış yılın yorgunluğu çökmüş yüzüne bakarak,

“Ne iş yaptın bugüne kadar?” dedim.

“İnşaatlarda çalıştım,” dedi.

“İnşaatın neyinden anlarsın?”

“Sıvacıyım.”

“Sana on daire versem sıvar mısın?”

“Hem de nasıl...”

“İş senin o zaman. Hayırlı olsun.”

Zamanın kimi insanlarda bozuk saat gibi durduğunu, bir türlü geçmediğini Hüseyin’i otuz yıl sonra görünce anlamıştım.

Hiçbir şey hayatlarını değiştirmiyordu bu insanların. Yerinde çakılı kalan inatçı bir yoksulluktu onlarınkisi. Büyüyen şehir, yükselen binalar, hızı artan arabalar...

Onlar hep aynı yerdeydi.

Tozlu yollar. Veresiye defterleri. Akan damlar.