Delilikle, akıl hastalığını değil; toplumun genel kabulüne uymayan, sıradanın dışına taşan, özgür, çocuksu, hatta bazen Tanrı’yla konuştuğuna inanacak kadar saf olan insanları kastediyorum.

Delileri de çobanları da hep sevmişimdir.

“Deliler”

Delilikle, akıl hastalığını değil; toplumun genel kabulüne uymayan, sıradanın dışına taşan, özgür, çocuksu, hatta bazen Tanrı’yla konuştuğuna inanacak kadar saf olan insanları kastediyorum.

Deliler, dünyayı olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi görürler.

Gerçeği çarpıtan değil; gerçeğin katı kabuğunu kırarak özüne ulaşırlar.

Onların “deliliği” aslında bizlerin cesaret edemediği bir içtenliğe, bir doğallığa açılır.

Çobanlar ise, doğayla baş başa, kalabalıklardan uzak, kendi ritimlerini yaşarlar.

Onlar sade, sessiz ve gözlemleyen bir bilgeliğe sahiptir.

Modern dünyanın hızına kapılmamış, zamanla dostluk kurmuşlardır.

Çobanların bilgeliği, sözle değil bakışla, sabırla, bekleyişle taşar.

Bir yayla sabahı düşünün. Sis henüz dağılmamış.

Delinin biri, bir yamaca çıkmış, göğe konuşuyor:

“Ey bulutlar! Ne zaman ağlamayı bırakacaksınız?”

Çoban, uzaktan onu izliyor.

Gülümseyerek keçilerini izliyor gibi izliyor deliyi.

Yanına gidip bir şey demiyor, sadece bir çay uzatıyor.

Ve o anda, hiçbir kelime edilmeden iki bilgelik buluşuyor.

Biri içe kapanarak, biri dışa taşarak anlamaya çalışıyor dünyayı.

Onları severim : Çünkü onlar yalın gerçekliğe yakındır.

Maskesizdirler. Rol yapmazlar.

Çünkü özgürdürler.

Deliler aklın, çobanlar kentin sınırlarının dışındadır.

Hem doğaya hem hayale yakındırlar.

Biri içgüdüyle, diğeri iç görüyle yaşar.

Delilerle çobanlar, hayatın sesini en az bozan iki canlıdır; biri Tanrı’yla konuşur, diğeri rüzgarla.