Bir diyarın (şehir, köy, ilçe...) kalkınması, siyasetin dar koridorlarında değil, bilginin engin ovasında ve üretimin alın teriyle yoğrulan toprağında filizlenir.
Bir hakikatin altını kalın çizgilerle çizmek gerekir:
Bir diyarın (şehir, köy, ilçe...) kalkınması, siyasetin dar koridorlarında değil, bilginin engin ovasında ve üretimin alın teriyle yoğrulan toprağında filizlenir.
Bir toplum ne denli bilgiyle beslenir ve ne kadar çok üretimle nefes alırsa, refahın kökleri o derece derine iner; huzur da, o bereketli toprağın sakin ve tatlı meyvesi olur.
Siyaset, ancak bu kadim ve asıl sürece kılavuzluk edebilir; yolunu açabilir veya hızını arttırabilir. Fakat asla onun yerine geçemez. Medeniyetin temel dinamosu, ebediyen bilgi ve emektir.
Çiftçi toprağı nakış nakış işlediği, işçi demiri ve fikri yoğurduğu, sanayici cesaretle yarınlara yatırım yaptığı sürece kalkınma, somut ve kalıcı bir gerçekliktir. Ne zaman ki bilginin ve alın terinin kutsal meşalesi söner de onun yerine siyasetin gölgesi düşerse, işte o vakit sahneyi; gösteriş, yanlış ahbaplıklar ve dizginlenemeyen hırslar kaplar. Toplumun dokusuna, iltimas ve zorbalık siner.
Oysa ki emek ve hakikat, kendi adaletini zaten içinde taşır. Siyaset, bu iki kutup yıldızına hürmetkâr bir şekilde yol aldığında, hem kalkınma hem de sükûnet, o adil düzenin tabii bir neticesi olarak tecelli eder.
İşte bu sarsıcı hakikat nedeniyledir ki:
İyi bir hekim, yalnızca şifa dağıtmalı; iyi bir muallim, yalnızca irfan öğretmeli.
İyi bir muhtar da, yalnızca mahallesine hizmet etmeli.
Fakat, ekmek yapmakta mahir bir ustayı belediye reisi, suyollarını bilen bir çırağı turizm müdürü, metal yamayan bir ustayı orman müdürü kılmaya kalkışırsanız, kelamı dahi düzgün kuramayanın, kültür diye bir dairenin başına geçmesine hiç kimsenin şikayet etmeye hakkı olmayacaktır.