Bu roman, biyolojik anne-babalık yerine "seçilmiş aile" kavramını sorgulatır. Bekir ve Zarife'nin hikâyesi, toplumun dayattığı "normal"e karşı kendi doğrularını
Bitti çok şükür.
Ihlamur Kokulu Yalnızlık
- Bu roman, biyolojik anne-babalık yerine "seçilmiş aile" kavramını sorgulatır. Bekir ve Zarife'nin hikâyesi, toplumun dayattığı "normal"e karşı kendi doğrularını bulma mücadelesidir. Doğa betimlemeleriyle iç içe geçen psikolojik tahliller, okuyucuyu karakterlerin yalnızlığına ortak ederken, sessiz vedayla çarpıcı bir insanlık dersi verir: Bazen sevmek, vazgeçmektir. -
Bir başka fark:
Suçlama yerine, anlama çabasını öne çıkarması.
Doğayı bir metafor olarak kullanmakla yetinmiyor, onu karakterlerin iç dünyasının parçası yapıyor.
Sessizliği bir iletişim biçimi olarak kullanıyor; kelimelerin yetmediği yerde bakışlar, dokunuşlar konuşuyor.
Toplumsal ögeleri eleştirel bir dille, ama doğa metaforlarıyla içselleştirmeye çalışan psikolojik bir roman.
Bu romanı yazarken zorladığım ruhsal dünyamı bundan öncekilerden kat be kat zorladım. Hayal kurdum. Uykusuz kaldım. Bakışların, duruşun, ıhlamur yapraklarının ruh dünyamızdaki yerini ve anlamayı kolaylaştıran taraflarını bazen susarak, bazen fısıldayarak anlattım.
Okurken bazen duygulanacağız, ama en önemlisi düşüneceğiz. Anlamaya çalışacağız.
...
Sabahın ilk ışığı, ince tül perdenin kenarından süzülerek odaya usulca sızıyordu. Solgun bir sarılık, duvarlara yavaşça dokunuyordu. Düğünden sonra eve sinen o tarif edilmez sessizlik, hâlâ odanın köşelerinde asılı duruyordu. Zaman durmuş, yalnızca ışık hareket ediyordu—dikkatli, çekingen, neredeyse özür diler gibi.
Sandalyeye rastgele bırakılmış beyaz gömlek, geceden kalma bir tanıktı. Kumaşı buruş buruştu; düğmeleri çözülmüş, manşetleri terli bir dansın anılarını saklıyordu. Pencerenin karşısındaki ıhlamur ağacı, sabahı ürkekçe karşılıyordu. Yapraklarının gölgesi camda titriyordu; her kıpırtı, geceden kalan bir dua gibi hafifti.
Bekir, yatağın ucunda oturuyordu. Sırtı hafifçe öne eğilmiş, elleri dizlerinde kenetlenmişti. Gözleri, karşı duvarda beliren solgun bir çizgiye takılı kalmıştı.
İçinde yankılanan cümle, önce sessizce zihninden geçti, sonra dudaklarından döküldü—kendi kendine, usulca:
“Zarife… Artık benim karım,” dedi.
Bunu daha önce de söylemişti elbet. Nikâhtan önce, düğün gecesi boyunca belki defalarca tekrarlamıştı. Ama bu sabah… Bu sabah, içinde filizlenen duygu başka bir şeydi. Sözcükler ağzında tazeydi. Henüz tam yerleşmemişti; sanki en ufak rüzgârda savrulacak gibiydi. Göğsünde belirsiz bir ağırlık, içten içe kemiren ince bir şüphe vardı.
“Ya hepsi bir rüyaysa?”
Bir an gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı. O sırada, evin içinden gelen neredeyse duyulmaz bir ses—incecik bir tıkırtı—koridor boyunca yayıldı. Zarife uyanmıştı. Sessizce çarşafın içinden süzülüp mutfağa geçmiş, çıplak ayaklarıyla yere basarak yürümüştü. Ayak sesleri, Bekir’in içine yavaş ama keskin bir sıcaklık yaydı. İçinde bir şey kıpırdadı; hem huzur, hem tedirginlik.
Dudaklarından tekrar döküldü:
“Ne olur, bu gerçek kalsın… Ne olur, elimden kayıp gitmesin.”
Zarife, onun hayatında sadece bir kadın değil, bir dönüm noktasıydı. Ondan önce birkaç bakış geçmişti gözlerinden—birkaç hafif esinti, heves denemesi. Ama hiçbiri böyle derin kök salmamıştı içine. Dizlerinin bağı daha önce hiç böyle çözülmemişti. Onda, kelimelere sığmayan bir şey vardı. Belki bir sadelik… Belki bir sıcaklık… Belki de sadece doğru zamanın doğru yüzüydü.
Zarife, kalabalıkta hemen dikkat çeken biri değildi. Ne alımlıydı başkalarının gözünde, ne göz kamaştıran bir güzelliği vardı. Ama Bekir için başka bir âlemdi o. Baktıkça derinleşen, sustukça büyüyen bir âlem. Onun varlığı, Bekir’in içinde yıllardır yankılanan bir boşluğu doldurmuştu. Şimdi o boşluğun yerine endişeli bir doluluk vardı—kıymet bilmenin beraberinde getirdiği o kırılgan mutluluk gibi.
Zarife’nin gözleri hafif çekikti. Bakarken bir şey sormazdı, bir şey anlatmazdı—ama insanın içine ince ince süzülürdü. Gülüşü dışa dönük değildi; kendine ait bir gülüştü. Sanki sadece kendiyle paylaştığı küçük bir sırrı hatırlıyor gibi. Omuzlarıysa her daim dimdikti. Ne yağmurda eğilirdi, ne kalabalığın içinde silikleşirdi. Varlığı, sessiz ama sarsılmaz bir güven taşırdı. Gözlerinin kahverengisi, toprağın dinlenmiş tonuna benzerdi—yumuşak, durgun, ama içine bakıldığında insanı şaşırtan bir derinlik barındırırdı. Yüzü bembeyazdı; alnı genişti. Burnu küçüktü; kulak memeleri narin ve yuvarlaktı. Bekir’den biraz kısaydı. Avuçları büyüktü, ama kadınsılığından bir şey kaybetmemişti. Parmakları uzun ve narindi; tırnakları hep kısa, temiz ve düzenliydi. Elini ilk tuttuğunda yumuşaklığını fark etmişti Bekir—yüzüğünü parmağına taktığı an, o his ellerine sinmiş, adeta orada kalmıştı.
Bekir, onu ilk kez çarşıda görmüştü. Elinde naylon bir ekmek poşeti vardı. Yürüyüşü dengeliydi; ne aceleci, ne süslemeli. Güneş tam tepede yakıyordu. Sokak, yaz sıcağında tozla doluydu. Herkes bir yerlere yetişme derdindeydi. Bekir, yürümeyi bırakmış, sadece onu izlemişti. Adımları arasındaki o kararlılığı, bakışlarındaki o uzaklığı izlerken içinde bir şeyin yerinden oynadığını anlamıştı. Bir taş yer değiştirmişti sanki. Sarsıntısı geç olmuştu, ama derin olmuştu. Zarife, akrabasıydı üstelik. Uzaktan da olsa akrabaydı. Ama o güne kadar bir kadın gibi bakmamıştı ona. O gün, o yürüyüş, o sıcak sokak… Her şeyi yerinden oynatmıştı. Sanki bir rüya ansızın uyanıklığın içine sızmıştı. Zarife, on altı yaşındayken uzak bir akrabanın yanında kalmış; kısa ama iz bırakan bir aşka tutulmuştu. Sonra babası gelip onu geri getirmişti. O genç adam hayatından çıkmış, adeta silinmişti. Bekir, "Çocukluk aşkıdır… Gelip geçmiştir," diyordu içinden.
Bekir de öyle romancıların betimleyeceği türden bir adam değildi. Orta boyluydu. Omuzları dar, biraz da öne eğikti. Saçları siyahtı; gür ve kalındı. Gözleri karaydı—koyu, derin, ama her zaman bir gölgenin içinden bakar gibiydi. Kirpikleri fazla ve belirgindi. Ellerinde yılların nasırı vardı. Parmakları kısa ve güçlüydü. Göbeği biraz çıkmıştı. Düğün gecesi öyle bir oynamıştı ki, o göbek neşeye değil, sanki düğüne ait bir armağandı. Kimse garipsemedi; aksine, herkes onunla neşelendi. Geniş yakalı gömlekler giyerdi. Üstten iki düğmesini her zaman açık bırakır; biraz serinlik, biraz da alışkanlıkla taşırdı bu hali. Şarkı bilmezdi; ezber yeteneği zayıftı. Yine de her zaman bir şeyler mırıldanırdı. Sesinde hem bir hüzün, hem de geçmişten sarkan bir eğlence vardı. İyilik yapmayı severdi. Küçük hediyeler, ansızın uzatılan bir meyve torbası, bozuk para dolu bir cüzdan… İçinden gelirdi. En çok da o iyiliğin ardından söylenen bir çift güzel söz hoşuna giderdi. Belki de en zayıf yanı buydu: “Pohpohlandığında çabucak dökülürdü.” Kendince buna başka bir ad verirdi. İçinde şöyle derdi: “İnsan bir şeyi gönülden yapıyorsa, karşılığında bir tebessümü de hak eder.”
İkisi de lise mezunuydu. Liseden sonra ikisi de okumamıştı. Hatta Zarife üniversite sınavlarına bile girmemişti. Bekir, şansını iki kez denemiş, olmayınca bir daha girmemiş.
Bekir için güzellik, yüzeyde parlayan bir şey değildi. Onun için güzellik; bir yürüyüşteki tereddütsüz adımlarda, göz kenarlarında biriken o ince çizgilerde, suskunluktan doğan bir kararlılıkta gizliydi. Zarife, tüm bu anlamları taşıyordu. Kendisinden bile habersizdi belki, ama Bekir’e göre güzelliğin tanımı onunla tamamlanıyordu.
Bekir, başını kaldırıp pencereye baktı. Sabah, şimdi daha netti. Gökyüzü mavileşmişti. İçindeki sorular hâlâ griydi.
Demliğin ilk buharı pencereye doğru tırmanıyor, koku yavaşça koridora yayılıyordu.
Zarife, hafifçe gülümsedi—öyle belli belirsiz bir gülümseme. Geçmişin gölgeleri artık ona ulaşamayacaktı. Bir eşik atlanmıştı ve sabah, artık bambaşka bir hayatın başlangıcıydı.
Zarife, çayın altını kıstı. Buhar, mutfağın ince penceresinde buğulu bir iz bırakmıştı. Elini bezle camın kenarına koyup dışarı baktı. Avlunun sağ köşesindeki ıhlamur ağacı sabahın serinliğinde hafif hafif sallanıyordu. Yapraklar, yeni bir günün tereddütleri gibi titriyordu. Zarife'nin yüzüne o yapraklardan biri değmişçesine bir şey dokundu. Göz kapakları ağırlaştı, düşünce bastı. Zarife gözlerini araladı; yaprağın teninde bıraktığı serinlik hâlâ geçmemişti.
Odaya, Bekir'in yanına geldi.
Bekir, başını kaldırdı, ona baktı:
“Benden önce uyanmışsın,” dedi.
Zarife, o ince sesiyle:
“Sen güzel güzel uyuyordun. Kıyamadım. Hem işin de yok bugün,” diye karşılık verdi.
Sonra yanına, yatağın ucuna oturdu. Pencereden dışarıya baktı. Dalgın ve donuktu. Düğün gecesinin yorgunluğunu daha atamamıştı. Keyifli, ama dalgın bir yüz…
"Gene uzaklara gittin, Zarife?" dedi.
Zarife, hafifçe gülümsedi:
"Ben hep oradayım, Bekir... Arada buraya uğruyorum sadece."
Bekir, biraz duraksayarak:
"İnsan kendine bu kadar uzak yaşar mı? Baktığımda... Huzurlu gibisin. Ama bilirim, gözlerinde susan bir şey var."
Zarife, başını eğdi, yere bakarak:
"İçimde ne varsa kelime olamıyor Bekir. Cümle olamıyor. Olsa kuyuya düşer, çıksa yolunu kaybeder."
Bekir:
"İstersen ben inerim o kuyuya. Karanlıktan korkmam, seni bulurum. Tek tek toplarım."
Zarife, gözlerini kaldırıp Bekir'in gözlerinin içine bakarak:
"Beni bulmak kolay değil Bekir. Ama durursan... Belki bir gün, ben seni bulurum," dedi.
Bekir, başını hafifçe salladı. Sessizlik bir süre daha oturdu aralarına—tanıdık, incelikli bir sessizlikti bu.
Bekir:
"Ben acele etmem Zarife. Ne zaman istersen, ne kadar zaman gerekirse... Beklerim."
Zarife bir an durdu, sonra hafifçe başını iki yana salladı:
"Kimse kimseyi sonsuza dek beklememeli Bekir. Çünkü bazıları hiç gelmez. Bazıları... Kendini bile bulamaz."
Bekir, iç çekti:
"Belki de beklemek değil mesele... Yanında yürümek. Seninle beraber susmak... Kuyunun başında oturmak... Su çekmesen bile, orada olmak."
Zarife gözlerini kaçırmadı bu kez. Hafifçe gülümsedi. Bu gülümseme, acının içinden geçmiş, yorulmuş, ama hâlâ nazik bir gülümsemeydi.
"Senin gibi biri... Çok az. Ben çok kırıldım Bekir. Parmak ucuyla dokunsan bile dağılırım gibi geliyor."
Bekir, usulca, neredeyse fısıltıyla:
"O zaman dokunmam. Yanında dururum. Dağılacak olsan da... Beraber dağılırız."
Zarife başını eğdi, göz kapakları yeniden ağırlaştı. Bir yaprak daha değmişti tenine. İçinde bir şey ilk kez yukarı doğru süzülüyordu—karanlıktan aydınlığa. Çok zayıf, çok yavaş ama... Canlıydı.
Bekir, bir adım atmak ister gibi... Çekinerek:
"Zarife... Ben seni ilk gördüğümde değil, ilk sustuğunda sevdim. Herkesin kelimelere sığındığı yerde, senin susuşun bir dünya anlattı bana."
Zarife'nin gözlerinde bir titreme oldu. Dudakları aralandı, ama kelime çıkmadı. Gözlerini yere indirdi, sonra yavaşça başını kaldırdı.
"Ben seni... Kimseye anlatamadığım halimle sevdim, Bekir. Sanki içimdeki sessizliğe senin sesin iyi gelecek sandım hep. Ama korktum. Sevmek kolay, güvenmek zor..."
"Ben seni korkularınla sevdim Zarife. Güvensizliğinle, kırıklarınla... Hatta bana hiç inanmasan bile, yine severim. On çocuğumuz olsun. Boy boy..." Eliyle göstererek, "Şöyle, şöyle... Merdiven basamağı gibi... Senin içindeki karanlığa bile hayranım. Sen orada bile güzel kalmayı bildin."
Zarife'nin gözleri doldu. Geriye yaslandı, derin bir nefes aldı. Kalbi, uzun süredir unuttuğu bir melodiyi hatırlamıştı. Kısık, ama kararlı bir sesle:
"Ben hiç kimseye söyleyemedim Bekir... Seni düşündüğümde, içimde bir yer ilk kez aydınlanıyor. Pek belli edemedim. Anlatamadım, ama sevdim. Uzaktan da olsa, içimden de olsa sevdim. Gecenin içinde bir ışık gibiydin. Usul usul, sıcak ve sessiz... Belki de aşk böyle bir şey... Korkarak, çekinerek ama yine de içten içe hep var. Sen bana bakarken, ben içimden resmini çiziyordum. Ve sen hayalimdeki sendin."
Bekir hafifçe doğruldu. Yüzünde ağır bir sabırla yoğrulmuş bir sevgi vardı. Zarife'ye sanki dokunmadan sarılıyordu gözleriyle.
"Seni acele etmeden severim Zarife. Her sabah gözlerine düşen hüzne, her gece içini delen sessizliğe... Bir gün ellerini tutabilirsem, bil ki o gün değil; seni beklediğim her gün aşkımdı sana."
Zarife, başını eğdi. Dudaklarında küçük bir tebessüm, gözlerinde derin bir sükûn vardı. Kalbinin kuyusuna bir damla sevgi düşmüştü; suyu biraz çoğalmıştı.
Sabahlar onun için hep biraz sessizlikti. İçine dönük, yalnız, ama düzenli bir sessizlik... Dışarıdan bakan biri onu mutlu sanabilirdi, ya da huzurlu. Oysa Zarife'nin içi dışına hiç benzemiyordu. Derin bir kuyu gibiydi içi; kimi zaman su dolu, kimi zaman kuru. Ama hep karanlık... Kimi duygular oraya düşerdi de geri dönemezdi.