Burak, belediye otobüsünden inip ıslak kaldırımlarda dikkatle yürüdü. Köşedeki bakkaldan iki sıcak ekmek aldı; poşetin sıcaklığı avuçlarına yayıldı.
KÜPE
Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Burak, belediye otobüsünden inip ıslak kaldırımlarda dikkatle yürüdü. Köşedeki bakkaldan iki sıcak ekmek aldı; poşetin sıcaklığı avuçlarına yayıldı. Bir an önce eve gidip bu ıslak ve yorgun günü geride bırakmak istiyordu.
Köşeyi dönerken, dükkânının önünde talaş kokusu içinde duran Marangoz İsmail Usta seslendi:
“Çay demlendi oğlum, gel içelim!”
Burak gülümsedi, omuzlarından akan yağmur damlalarını silkti.
“Evde işim var usta, başka zaman inşallah,” dedi.
Hülya’yı bekletmek istemiyordu.
Menekşe Apartmanı’nın kapısı her zamanki gibi yarı açıktı. Zile basmadan iki kat çıktı. Kapıyı hafifçe tıklattığında Hülya sıcak bir gülümsemeyle karşıladı. Ekmeği elinden aldı.
Burak ayakkabılarını çıkarıp kenara bıraktığında dışarıdaki yağmur sesi kapandı, ama ev hâlâ çok soğuktu.
Camların iç yüzeyinde damlacıklar titriyordu. Uzaklardan akşam ezanı duyuluyordu.
Hülya, “Sen sobayı yak, ben masayı hazırlayayım,” dedi.
Burak, önce odunların bulunduğu balkona doğru yürüdü. Kapıyı açtı. Gördüğü manzara kalbini sıkıştırdı. Yalnızca birkaç ince dal vardı. O an Hülya’nın bütün günü bu soğuk odada, ince bir battaniyeye sarılı hâlde geçirdiğini düşündü. İçi burkuldu.
İçeriye döndü.
Nefesi buhar olurken, “Bir daha böyle soğukta oturma,” dedi. “Hastalanırsın… hem hamilesin. Yarın odun alırım.”
Hülya’nın gözleri bir anlığına kapandı; cevap vermedi. Paraları olmadığını ikisi de biliyordu. Burak’ın cümlesi iyi niyetliydi, ama gerçeğe dayanmıyordu.
Sobayı zorlanarak yaktı. Alevlerin ilk çıtırtıları odada yayılmaya başlayınca sofraya geçtiler.
Hülya ocağın üstünde pişirdiği yahniyi getirdi. Tencerenin kapağını kaldırınca buhar yüzüne vurdu; kokusu odayı doldurdu. Burak’ın midesi sevinçle buruldu.

“Eline sağlık,” dedi. “Çok güzel kokuyor.”
Hülya hafifçe gülümsedi. “Seversin diye yaptım.”
Burak yerken, Hülya’nın kaşığına dokunmadığını fark etti. Kadının bakışları duvar dibindeki katlanmış battaniyeye ve hemen yanında duran küçük metal kutuya kaymıştı.
Burak çatalını bıraktı. “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Hülya, bakışını hiç kaçırmadan kutuyu işaret etti. Sesi kısık ve titrek çıktı:
“Küpelerimi al… sat. Odun alalım.”
Burak’ın boğazı düğümlendi. Aldığı lokma içinden geçmedi; yüreğine çöktü.
Hülya bu kez daha kesin konuştu:
“Küpelerimi sat. Odun al.”
O an, odanın soğuk duvarları arasında, yükselen yahni buharının hemen üzerinde sessiz bir anlaşma oluştu. Bir yanda sevginin fedakârlığı, diğer yanda yoksulluğun açık gerçeği vardı.
Ve o küçük kutu, odadaki en ağır şey hâline geldi.