Soğuk betona yaslayarak yere uzanmak; ayakkabılarımı çıkarıp çoraplı ayaklarımı birbirine değdirerek, kolumu gözlerimin üstüne koyup deliksiz bir uyku çekmek.

İyilikten sonra dünyada en sevdiğim şey, kimsenin uğramadığı bir köşe bulup sırtımı soğuk betona yaslayarak uzunlamasına yere uzanmak; ayakkabılarımı çıkarıp çoraplı ayaklarımı birbirine değdirerek, kolumu gözlerimin üstüne koyup deliksiz bir uyku çekmek.

Uyumak…

Uyumak…

Uyumak…

Bazen bütün hayat, o birkaç dakikalık güvenli karanlığa kavuşma özleminin etrafında dönüp duruyor gibi geliyor.

“Bu şehir kitap okumaz,” diye geçiriyordum içimden, sesim kendi kafamın içinde bile yorgun.

Fuarın ilk günüydü. Üç gecedir doğru dürüst uyumamıştım; göz altlarım çökmüş, omuzlarım düşmüştü. Standın başında dikilirken ayaklarım sızlıyordu, içimde ise ağır bir kırgınlık birikmişti. “Boşuna,” diyordum. “Bütün bu emek, uykusuzluk, çocukları ihmal etmek… Değmezmiş.”

Tam o sırada kalabalığın arasından bir anneyle iki çocuk çıktı önüme.

Kadın otuz beşini geçmişti belki; üstünde soluk gri bir pardösü, yakası hafif kalkık. Yüzü günün tozunu, otobüs kuyruklarını, pazar filesini taşıyordu; alın çizgileri derin, dudakları kurumuş. Ama gözleri hâlâ canlıydı, çekingen bir canlılık.

Yanında iki oğlan. Küçük olan sekiz, belki dokuz yaşında; kırmızı yanakları soğuktan kızarmış, burnu hafif akıyor. Büyük olan on-on bir yaşlarında; boyu neredeyse annesinin omzuna geliyor. İkisinin de ayakkabısının burnu açılmış, lastikleri gevşemiş; büyük olanın pantolonunun dizinde kare bir yama, dikişleri hâlâ yeni. Ellerinde poşet yoktu, elleri ceplerinde.

Kadın bir adım attı, sesi kısık ama kararlı:

“Eşim inşaatta çalışıyor,” dedi. “Bugün gelemeyeceğini anlayınca ‘Mutlaka git,’ dedi, ‘Suat abinin kitaplarını al çocuklara.’ Yevmiyesini ayırmış, bana verdi.”

Elini uzattı. Avucunda buruş buruş birkaç kâğıt para; kenarları yırtılmış, terle yumuşamış. Saymadım ama üç-dört günlük yevmiye olduğunu anlamıştım.

O an içimde bir şey kırıldı, sonra yeniden yapıldı. Uzattığı parayı almadım. Anne utandı. Cebine koymasını istedim. Yere baktı. Çocuklara baktı. Kalbim gerçekten sıkıştı; boğazıma bir yumru oturdu. Gözlerim doldu, ama yaş gelmedi, sadece bir sıcaklık yayıldı göğsüme. Sanki o kırgınlığımı biri duymuş, tam da oracıkta cevap vermişti.

Ustayı düşündüm sonra. Betonun tozunu ciğerlerine çeken, demir taşıyan, akşam elleri titreyerek eve dönen ustayı… Günlük ekmeğini kitaba çeviren ustayı.

Biz yıllarca “oku” diye dil döktüğümüz insanlar hâlâ maç muhabbetinde, kahve köşesinde, telefon ekranında vakit öldürürken…

Bir gün çalışmasa çocukları aç kalacak olan adam, o bir günlük alın terini hiç sorgulamadan kitaba yatırmıştı.

Çocuklar standın önünde duruyor, parmak uçlarıyla kitapların sırtını okşuyorlardı. Küçük olan burnunu çekerek bir resimliğe bakıyor, büyük olan utangaç utangaç gülümsüyordu.

Ah ustam…

Ah ustam…

Bazen insanın içini en çok acıtan, en sessiz, en adsız kahramanlardır. Onlar konuşmaz, teşekkür etmez, adlarını bile söylemezler. Sadece yaparlar. Ve sen, o yaptıklarını gördüğünde, bir an nefesini tutar, gözlerin yaşarır; çünkü anlarsın ki bütün yorgunluğun, bütün uykusuzluğun boşuna olmadığını.