Bir dağın başına, kevenlerin arasına dizilen kovanlardan biraz öteye... Bir alıç ağacının dibine naylon çadırlar kurulur. Orası, yılanların, çıyanların kol gezdiği bir yerdir.

Yazmak Neden?

Bir arıcıdan, bir hikâyeciye…

Arıcıların dertlerini yazmamızın sebebi, birilerinin okuyup da onlara çare bulması değildir. Asıl mesele, o insanların ne denli zor şartlarda çalıştıklarını, buna rağmen işlerini ne büyük bir aşkla yaptıklarını anlatabilmektir.

Bir dağın başına, kevenlerin arasına dizilen kovanlardan biraz öteye... Bir alıç ağacının dibine naylon çadırlar kurulur. Orası, yılanların, çıyanların kol gezdiği bir yerdir. Orası, bir geçim mecburiyetinden ziyade, bir sevda yeridir. Aç kalmamak elbette temel kaygıdır ama insan, başka işler de yapabilir. Yeter ki gönlünde başka hesaplar olmasın. Akrep sokmasından korkup da hırsızlık yapmayı göze alan insanların varlığı, bu aşk işini daha da kıymetli kılar.

Yazdığımız hikâyeler de böyledir. Amacımız, “Ne kadar iyi bir hikâyeciyim,” diyerek sahnede boy göstermek değildir. En azından benim niyetim bu değil. Ben, yaşadığım çevrenin nasıl değiştiğini, hayatın dünden daha mı iyi yoksa daha mı kötü olduğunu anlayabilmek için yazarım. Gördüğüm değişimi, hissettiğim farkı, aradaki uçurumu, birer karşılaştırma vesilesi olarak yazıya dökerim.

Kime ne kötülük ettik?

Çevreyi ne kadar kirlettik?

Neye âşık olduk, kimleri sevdik?

Neye güldük, neye ağladık?

Kimi kandırdık, kime öfkelendik?

Pişmanlıklarımız neydi?

Kaçırdıklarımız neye mal oldu?

Yalanlarını ve hırsızlıklarını sahte gülücüklerle süsleyenler de var.

Kalbimizi çalan cümlelerle düşmanlıklarını gizleyen sahtekârlar da.

Ama yazdıklarımız yeni değil. Hepsi bir tekrar.

Madem kötülükler tekrarlanıyor, o hâlde iyilikler de tekrarlanmalı.

Yazmak bir gösteriş meselesi değil. “Bak, istersem dünyanın en güzel yazısını yazarım,” diyen kibirle, sevgiliye yazamadığı mektupları gazetelere şiir niyetine gönderen Abdürrahim Karakoç’un samimiyeti arasında koca bir uçurum var. Karakoç’un şiirleri aslında birer mektuptu. Tıpkı bizim hikâyelerimizde “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit” kabilinden yapılan göndermeler gibi… İçinde ne kibir var. Ne haset.

Yazmak iyidir.

Komşunun arabasına bakıp iç geçirmekten iyidir.

Markalı ayakkabı giyemediği için ezilip büzülmekten iyidir.

Kredi kartıyla çıkılan on günlük tatilin parasını on iki taksitle ödemeye çalışmaktan iyidir.

Tavlada arkadaşını yendi diye kendini üstün gören asgari ücretli edasından iyidir.

Bazen mecazlara sığınırız.

Köpeğe “şempanze,” yılana “karasinek,” deveye “sümüklü böcek” dediğimiz anlaşılır diye yazarız.

Bazen de musalla taşında arkamızda duranların duymadığını sanarak, “Zaten cevap veremez,” diye içlerinden geçirdiklerine peşinen cevap vermek için yazarız.

Turuş’ta doğmuş, Adıyaman’da büyümüş biri olarak inanıyorum ki; dünyanın neresinde olursa olsun, canı yanan, hakkı yenen, ister inansın ister inanmasın, boğazından haram lokma geçmemiş, gözyaşı dinmemiş her faninin hakkını savunmak bizim boynumuzun borcudur. Yazmak da bu borcu ödemek için bir yoldur.

Ve evet, yazmak iyidir.