Çobanlık bana hep ilginç gelmiştir. Sanki annem bir daha doğursa, kesin çoban olmayı seçermişim gibi geliyor bana. Sebebini bilmiyorum, ama öyle.

Çobanlık bana hep ilginç gelmiştir. Sanki annem bir daha doğursa, kesin çoban olmayı seçermişim gibi geliyor bana. Sebebini bilmiyorum, ama öyle. Vardır da ben bilmiyorum. İçimin kıpırdadığı, heves ettiğim bir şey çobanlık. Doğa, özgürlük, kimseye eyvallah etmeme, sesimin yettiğince bağırıp çağırma falan filan… Hepsinin payı var zannımca. Hayvanları önüme katmak, istediğim yere ve tarafa sürmek, istediğim yerde durdurmak, canımı sıktıklarında ağız dolusu küfretmek hoşuma gidiyor sanki.

...

Çocukluğumda Ahmet Abi vardı, mahallenin çobanı. Birkaç mahallenin hayvanını toplar, önüne katar, Eğriçayı’nı geçer, Altınşehir Mahallesi’nde –ki o zaman kıraç, susuz arazilerdi buralar– dolaştırır, güneş batmadan şehre geri dönerdi.

Gözümde kocaman bir herifti Ahmet Abi. Kasketi, şalvarı ve yeleğiyle kocaman bir herif…

Kırk beş yıl sonra, bir Ramazan günü, evimin arkasındaki tarlada davarı yayarken gördüm Ahmet Abi’yi. Üzerinde şalvar, ceket ve başında kasket vardı; tıpkı kırk yıl önceki gibi. Ahmet Abi bir buçuk metre boyunda, elli kilo ağırlığında, ya var ya yoktu. Dev gibi gelmişti bana, halbuki kırk yıl önce. Bıyıklı, şalvarlı, kasketli dev gibi adam… Sopasıyla dehşet bir çoban…

Kıyafetleri aynıydı yalnız. Ne eksik ne fazla. Sesi, koşuşu, bakışı, hatta elindeki sopası bile değişmemişti.

İftarı birlikte ettik.

"Yoruldum, davarlara söz geçiremiyom artık,” dedi.

“Davarlar anladılar yaşlandığını,” diye takıldım Ahmet Abi’ye.

Gülüştük, şakalaştık Ahmet Abi’yle. O kadar mutlu oldum ki. Aradan geçen kırk yılda başıma gelmeyen kalmamıştı, ama Ahmet Abi aynı kalmıştı. Boyu, kilosu, sesi, saçları… Heyecanı, neşesi, keyfi… Şapkası, şalvarı, küfürleri… Alıyor taşı, sürüden kopmaya kalkışana fırlatıyor, ağzına geleni söylüyordu. Çıt çıkmıyordu birinden. Haklı da olsalar karşılık vermiyorlardı.

Bir de eşeği vardı Ahmet Abi’nin. Bir de köpeği. Eşek ve köpek aynı mı değil mi bilmiyorum, ama Ahmet Abi aynı Ahmet Abi. Boyunca –yok yok, ondan uzun, ondan şişman– bir de oğlu vardı. Güneş onu da yakmıştı. Dudakları kabuk bağlamıştı. Kulakları soyulmuştu. Ensesi kapkaraydı. Üstündekiler Ahmet Abi’dekilerle aynıydı. Eski, kirli ve bir beden büyük. Başkasının olduğu çok belliydi.

Davarın kaldırdığı toz, içimi burkan, burnumun direğini sızlatan egzoz gazları yanında o kadar masum ve hoş geldi ki anlatamam. Sidik ve bok kokusu sinmiş yün kokusunu iştahla içime çektim.

Ahmet Abi yerinde durmuyor. O nereye, ben oraya. Onda bana ait bir şey var, ama ne; bulmaya çalışıyorum. Ayrılmak istemiyorum. Ayrılamıyorum. Kopamıyorum.

Evden uzaklaştık, ama peşindeyim hâlâ. Havadan sudan konuşuyoruz Ahmet Abi’yle. Bazen söylediklerimizi anlamadığımız hâlde anlamış gibi başımızı sallıyor, bazen de durup düşünecek şeylere basıyoruz kahkahayı. Her neyse de kötü bir şey olmadığından eminiz ikimiz de. Aramızda geçenlerin faydasız, hilesiz ve yalansız olduğundan o kadar eminiz ki, hem de ne o ne ben iki kere tekrar ettirmiyoruz ağzımızdan çıkanları.

Ahmet Abi seksen yaşında, ben altmış. Ahmet Abi bir tek çobanlık etmiş, bense ne bulduysam… Ahmet Abi aç kalmamak, hayatta kalmak için yapıyor işini. Bense hem karnımı doyuracak hem de havalı, parmakla gösterilecek bir iş peşinde koşmuşum yıllarca. Bugünse arkasına takılmış, kırk yıllık çobanlığını merak ediyorum Ahmet Abi’nin.

Benim merak edilecek tek bir günüm, tek bir cümlem yok; onun anlatacak bir dünya hikâyesi var. Benimkiler yalan, riya, yalakalık, umut, hayal, gergin, aç… Onunkiler tertemiz, sade, neşeli, keyifli, tok… Öyle ki, yirmi-otuz metre ilerisinde yükselen apartmanlara ve yanından vızır vızır geçen havalı arabalara bile dönüp bakmıyor Ahmet Abi. Fırından aldığı sıcacık ekmeği ısırıyor, eşeğin heybesinde taşıdığı pet şişedeki suyu kafasına dikiyor.

Güneş, toprak, davar, toz, eşek, köpek, koyun, keçi, ot, ağaç, gölge, su, çay, dere, tepe, dağ, yılan, akrep, böcek… Dünyasındaki kelimeler bunlar. Benimse dünyanın her türlü hokkabazlıkları kuyruğa girmiş, sıralarını bekliyorlar kafamın içinde. Beton bloklar, asfalt yollar, benzin kokusu ve ne ahlaksız söz ve fikir varsa sıraya girmiş. O koyunların peşinde, bense ahlaksızlıkların. O tere banarak yiyor ekmeği, bense harama… O eksiksiz dönmek istiyor eve, bense bir fazlasıyla… O yaşatmaya çalışıyor, ben öldürmeye, yok etmeye, aşağılamaya, un ufak etmeye…

Belki bu yüzden seviyordum Ahmet Abi’yi. Belki beni çeken buydu.