Tek katlı, çatılı, mütevazı bir binaydı. Bir Aralık İlkokulu... Saatimiz yoktu, ama dersin ağırlığından ve içimizdeki bıkkınlıktan zilin çalma vaktini hissederdik.

Ders Zili

Çocukluğumun okulu, taş duvarlı, tozlu bir bahçesi olan tek katlı, çatılı, mütevazı bir binaydı. Bir Aralık İlkokulu... Saatimiz yoktu, ama dersin ağırlığından ve içimizdeki bıkkınlıktan zilin çalma vaktini hissederdik. O zil, özgürlüğün habercisiydi. Teneffüsü dört gözle bekler, yerimizde duramazdık. Hademe Abuzer Amca, başında yamuk kasketi, ütüsüz pantolonu ve dirsekleri aşınmış, yakası kirli ceketiyle kapının önüne kadar gelirdi. Elindeki zili baş hizasında bir ileri bir geri sallarken çıkardığı o metalik ses, sınıfı bir anda coştururdu. Birbirimizi ite kaka, sevinç çığlıklarıyla bahçeye fırlardık.

Teneffüsün kaç dakika olduğunu hatırlamıyorum, ama hiç bitmesin isterdim. Sanki okula sadece o kısa özgürlük anları için gelirdim.

Sınıf arkadaşlarımın çoğuyla sadece okulda görüşürdük. Onların hangi mahallede, hangi evde yaşadığını bilmezdim. Ama bazılarının zengin olduğunu anlamak zor değildi. Tertemiz defterleri, parlak kalemleri, havalı çantaları ve kaliteli kıyafetleriyle hemen göze çarparlardı. Kantine sık gider, her teneffüs renkli poşetlerde bisküvi, sakız ya da şeker alırlardı. Benim harçlığım ise kısıtlıydı. Okulun girişinde, kovanın içindeki haşlanmış nohut ya da gazete kâğıdına sarılı lahmacundan başka bir şey almazdım.

Harçlık her zaman olmazdı zaten. Olduğunda, annemin “Karnını doyur” tembihi kulağımda çınlardı. 25 kuruşluk harçlığım belki bir sakız almaya yeterdi, ama lahmacun ya da çeyrek ekmek olmazsa aç kalırdım.

Zengin çocukların böyle dertleri yoktu; hem sakız, hem lahmacun alırlardı, üstüne bir de kola içerlerdi.

Okul bahçesi oyun dünyamızdı. Futbol, saklambaç, yakar top oynardık. Oyunlar teneffüse sığmaz, bir sonrakinde devam ederdi. En büyük korkumuz cam kırmaktı. Cam kırılırsa hem dayak yerdik, hem de camın parasını ödemek zorunda kalırdık. Ama bazı öğretmenler, sağ olsunlar, cam parasını kendi ceplerinden verirlerdi. Adını unuttuğum bir öğretmen, karısı da öğretmendi, böyleydi mesela. Bana sık sık Bafra sigarası aldırırdı. Okulun yanındaki bakkaldan koşar alırdım. O bakkaldan sarı yapraklı defterler, silgi ve kalem de alırdım. Öğretmen, cam parasını cebinden ödediğine çok şahit oldum. Dayak yememizi de istemezdi. Sınıfta sigara içmezdi, ama zil çalar çalmaz bahçede bir sigara yakar, dumanını savururdu.

Cumartesi günleri de okul olurdu. Öğleye kadar ders işler, son dersten sonra İstiklal Marşı’nı okuyup dağılırdık. Eve varır varmaz çantayı bir köşeye fırlatır, üstümüzü değiştirir, varsa yemek yer, yoksa sac ekmeğine salça sürüp dürüm yapar, sokağa koşardık. Akşama kadar eve uğramazdık. Evimizin çevresi tarlaydı. Su arkları çağlar, bahçelerde kayısı, erik, dut ağaçları yükselirdi. Bazen arkadaşlarla “hırsızlığa” gider, meyve çalardık. Ama köpeği olan bahçelere asla yaklaşmazdık; korkardık.

Evlerimiz taş ve topraktan yapılmaydı. Damları kavak ağacı, tahta ya da kamışla kaplıydı. Pencereler küçük ve tahtaydı. Tuvalet avluda, üstü açıktı. Kapısında eski bir kilim asılıydı. Işığı yoktu, gece gitmeye korkardım. Annem, geceleri kapının arkasına koyduğu tenekeye işememizi isterdi.

Odamızı aydınlatan sarı bir ampul vardı. Sierra marka pilli radyomuzda “Arkası Yarın” tiyatrolarını, İran radyosunu, Budapeşte radyosunu dinlerdim. Sebebini bilmesem de hoşuma giderdi. Sözlerini anlamadığım ezgiler bile içimi ısıtırdı.

...

Adıyaman bir şehirdi, ama biz köy gibi yaşardık. Komşudan tuz ister, annelerimizin pişirdiği pilavı paylaşırdık. Eskisaray Camii’nin önünde buz ve yoğurt satılırdı. Yoğurtçular, en iyi yoğurdu sunmak için birbirleriyle yarışırdı. Yoğurtlar bir kiloluk taslarda satılırdı. Beğendiğimiz yoğurdu alınca, yoğurtçu tası eve kadar getirir, yoğurdu teslim eder ve geri dönerdi.