Küçük bir Anadolu şehrinde, tozlu sokaklarda büyüyen bir çocuktum. Babam duvarcı ustasıydı; her sabah tuğla sesiyle uyanırdık. Annem, bir avuç unla sofrayı donatırdı.
Gamze
Küçük bir Anadolu şehrinde, tozlu sokaklarda büyüyen bir çocuktum. Babam duvarcı ustasıydı; her sabah tuğla sesiyle uyanırdık. Annem, bir avuç unla sofrayı donatırdı. Okul, bizim için lüks değildi; hayatta kalma mücadelesiydi. Kaçan fırsatları düşünmekten, elimizde olanların kıymetini göremiyorduk. Belki de insanın en büyük trajedisi, mutluluğu hep bir adım sonrasına ertelemesidir. Kimi zengin olmanın peşine düşer, kimi zengin yaşamanın. Zengin olmayı isteyenler zengin yaşayamadan, zengin yaşamayı isteyenler zengin olamadan ölür. Ben de o ikisinin arasında kaldım: yoksullukla hayalin, arzu ile imkânsızlığın arasında.
Gençtik, on beş-on altı yaşlarındaydık. Kendimizi tanımaktan çok, birbirimizi aşmaya çalıştığımız yaşlardaydık. Racon kesmek delikanlılığın ölçüsüydü. Ne için, kime, neden olduğunun önemi yoktu; önemli olan, korkmadan meydan okuyabilmekti. Cesaret, fikirden; gürültü, sesten; kabalık, sözden daha kıymetliydi. Okul bahçesinde, tozlu sıralarda, "Ben en iyiyim!" diye bağırırdık. Ama içimde hep bir boşluk vardı: "Ya gerçekten en iyi olamazsam?"
O gün, her şey değişti. Sınıfa Gamze girdi. Bir anda, bütün cümlelerin anlamı değişti.
Gamze, okulun en güzel kızıydı. Uzun siyah saçları, beline kadar inerdi; rüzgârda dalgalandığında sınıfın havası bile değişirdi. Yeşil gözleri, bir orman gölü gibi derin ve davetkârdı. Güzelliği sadece yüzünde değil, duruşundaydı. Saçlarını omuzlarına bıraktığında sınıf sessizliğe bürünürdü. Biz, dikkatini çekmek için türlü numaralar yaparken –topu sınıfa kaçırır, kalemle masaya vururduk– o bir tebessümle bütün oyunlarımızı boşa çıkarırdı. O tebessüm, güneş gibiydi; içimizi ısıtır, ama yakardı.
Gamze’nin güzelliği kadar zekâsı da vardı. Matematik sınavlarında birinci olur, öğretmenlerin gözdesi olurdu. "Aferin Gamze!" derlerdi hep. Bizimle aynı sırada oturuyor ama başka bir dünyaya ait gibiydi. Bana en büyüleyici gelen, konuştuğu İngilizceydi. Ders arasında "Hello, how are you?" derdi; sözleri şarkı gibi akar, ben susardım. Susmak bazen hayranlığın en sahici biçimidir. Benim İngilizcem? "Apple"ı bile "epıl" diye söylerdim, utançtan kızarırdım.
O bana bir farkı gösterdi: Doğuştan şanslı olanlarla, şansını dişleriyle kazıyanlar arasındaki farkı.
O, bir müdür kızıydı; geniş bir evde, piyano dersleriyle büyümüştü. Ben, yoksulluğun içinde bir köşeye sığınarak, lambanın titrek ışığında ders çalışıyordum. O İngilizce konuşuyordu; ben Türkçeyi bile yamuk yumuk söylerdim – köylü aksanımla alay ederlerdi. Ama içimde bir inat vardı: öğrenmek, yetişmek, farkı kapatmak… Her gece, eski bir defterle İngilizce kelimeler ezberlerdim. "Gamze için," derdim kendime. Belki bu yüzden sevdim onu; güzelliği için değil, beni eksikliğimle tanıştırdığı için. O, aynamdı: Parlayan, ama ulaşılmaz.
Yıllar geçti, tıpkı bir nehir gibi aktı. Lise bitti. Sınav sonuçları açıklandığında, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’ni kazandığımı gördüm. Tıp fakültesi! Evde bir bayram havası vardı. Annem, "Oğlum doktor olacak!" diye ağladı; gözleri parlıyordu. Babam sessizce dua ediyordu, elleri nasırlı elleriyle göğsünde. O an anladım: Bazı başarılar, insanın kendi hikâyesinden çok ailesinin duasıdır.
Gece yarısı, bavulumu topladım. İçine eski defterimi koydum – Gamze’nin çizdiği bir kalp vardı içinde.
Ankara üzerinden Samsun’a gidecektim. O yolculuk, çocukluğumdan gençliğime atılan ilk ciddi adımdı. Geçmişi bavula koyup çıkmak kolay sanmıştım. Oysa insan, geçmişini bavulda değil, kalbinde taşır.
Bir yaz tatili zamanıydı, 2005 yazı. Memlekete dönmek için Ankara’da AŞTİ otobüs terminalinde bekliyordum. Saat 14:00 otobüsüydü. Zaman geçirmek için Kızılay’daki Zafer Çarşısı’na uğradım. Dar sokaklar, kitap kokularıyla doluydu. Sahaflar arasında kayboldum; eski bir Shakespeare kitabı aldım, 5 liraya. Sayfaları karıştırdıkça, sanki başka bir hayatın sayfalarını çeviriyordum – Gamze’nin hayatı gibi. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmedim.
Otobüsümün kalkmasına tam bir saat kalmıştı: 13:00. Taksiye binecek olsam, yolda bir çorba içecek param kalmayacaktı – cebimde 20 lira. Yürüyerek dönecektim terminale. O anda, hayatın planlarımı altüst eden o tesadüfüyle karşılaştım.
Zafer Çarşısı’nın merdivenlerinin başında biri duruyordu. Gamze. Gözlerime inanamadım. Saçları aynıydı, uzun ve siyah; yürüyüşü aynı, zarif adımlar. Yüzüne vuran öğle güneşiyle gülümsedi – o yeşil gözler, hâlâ ormandı. Kalbim, yılların sessizliğini bir anda hatırladı; göğsümde bir davul gibi gümbürdedi. Ama ben konuşamadım. Ne adını söyleyebildim, ne bir “Merhaba Gamze!” diyebildim. Dilim düğümlendi.
O iniyordu, ben çıkıyordum. Bir adım o, bir adım ben. Aramızda sadece üç basamak vardı. İçimdeki çocuk “Dur! Konuş!” diye bağırdı. Ama büyüyen korkum “Geç kalırsın! Otobüs kalkar!” dedi. Ellerim titriyordu; cebimdeki 20 lirayı sıktım. Otobüs kalkacaktı, ben yine kaçıracaktım bir şeyi – belki de hayatın kendisini.
Koşar adımlarla durağa vardım. Otobüs kapısı kapanıyordu. Bindim, cam kenarına oturdum. Sonra içimde bir pişmanlık kıvrıldı, bir yılan gibi. "Geri dön!" dedim. Kalktım, şoföre "Bir dakika!" diye bağırdım. İndim, çarşıya koştum. Gamze de durmuş, bu tarafa dönmüştü! Elinde bir poşet kitap. Göz göze geldik. Gülümsedi. O gülümsemede dünya bir anlığına durdu – kuşlar sustu, saatler durdu. "Gamze..." diye fısıldadım. Ama yine sustum. Yine korktum. "Ne diyeceksin ki? Fakir bir tıp öğrencisisin," dedi iç sesim. Başımı eğdim, çekip gittim.
Bir daha karşıma çıkmadı Gamze. Üçüncü sınıfta babasının tayini çıkmış, Ankara’ya taşınmış, okuldan ayrılmıştı. Ondan sonra sınıfta onun yerine kim oturursa otursun, ben hep onu görürdüm – ikinci sıra, cam kenarı. Her yeni yüz, onun hayalini taşırdı: Saçları, gülümsemesi.
Bir bilet yüzünden konuşamadım onunla. Korku, kalbime kazındı, bir dövme gibi. Oysa aşk bazen sadece bir adım atma cesaretidir. O adımı atamazsan, ömür boyu cebinde taşır eksikliğini.
Ben o günden sonra cebimde hep iki bilet parasıyla gezdim. Biri gideceğim yere, diğeri kalbimin kaçırdığı yere – Zafer Çarşısı’na. Ama Gamze bir daha çıkmadı karşıma.
Ve ben hâlâ cebimde iki bilet parasıyla onu bekliyorum. Belki bir gün, o merdivenlerde...